Profesörün kızı kayıptı. Aylarca aradılar.
Günün birinde bir polis, her şeyi aydınlattı. Çok akıllı olduğunu sanmayın, sadece gül severdi. Dedektif Tom Hodgson, rastlantı sonucu karşılaştığı kötü kokan gül saksısından yola çıkarak 4 profesörün yardımıyla üvey kızını öldüren bir profesörü mahkum ettirdi.
İngiltere’nin Leeds Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi’nde oral biyoloji dersleri veren profesör doktor Samson Perera, İngiltere’ye gelmeden önce Sri Lanka’nın Peradeniya Üniversitesi’nde çalışmaktaydı. Evlenmiş, iki de oğlu olmuştu ama, kız evlat hasretiyle yanıp tutuşmaktaydı. 1981 sonlarında karısını karşısına aldı “Lütfen bana izin ver, Sri Lanka’ya gideyim, hem annemi görürüm, hem de öksüz bir kızı evlat edinirim.” Kadın, doktoru kırmadı.
Üç ay kadar sonra yılbaşıydı. On yaşlarındaki Sri Lanka’lı küçük kız, artık İngiltere’deki yeni evindeydi. Dünya güzeli bir şeydi Nilanti. Yüzünden eksik olmayan tebessümü ve kapkara gözleriyle mahallenin maskotu olmuştu. Öylesine insan canlısıydı ki, onunla sokakta karşılaşan ya saçını okşar ya yanağından bir makas alırdı.
Hep aynı sinirli yanıt
Aradan üç yıl geçti. 1984 Nisanı’nda komşular ona sokakta rastlamaz oldular. “Profesör, kızınız nerede” diye soranlar, hep aynı sinirli yanıtla karşılaştılar. “Her önüne gelen genç erkeğe sırnaşıyor. Böyle giderse kötü kadın olup çıkacak. Adam oluncaya dek, evden çıkmama cezası verdim.”
Ağustos geldiğinde, Nilanti’nin hálá ortalıkta görünmemesinden kaygılanan komşular, dayanamayıp polise haber verdiler. “Merak etmeyin” dedi dedektif Tom Hodgson, “En yakın zamanda profesörün evini ziyaret edeceğim.” Etti de. “Ah, sormayın, memur bey” dedi doktor Perera, “Sri Lanka’yı çok özledi, yemeden içmeden kesildi. Ağabeyi Sicilya’da yaşıyor. Ara sıra telefonlaşırız. Sri Lanka’ya döneceğini öğrenince, kızı nisan ortalarında Sicilya’ya götürdüm. Nilanti, şimdi Sri Lanka’da, annemin yanında.”
Meraklı bir dedektif
Doktorun, İnterpol diye bir teşkilattan haberi yoktu anlaşılan. Dedektif Tom Hodgson, adamın cevabını pek tatmin edici bulmadığından, İngiltere ile Sicilya arasında sefer yapan tüm havayolu şirketlerini teker teker aradı. Yanında Nilanti adlı bir kızla Samson Perera’nın yolculuk edip etmediğini araştırdı. Kayıtlarda, bu adla satılan bilete rastlanmadı. İtalyan polisiyle irtibat kurdu. Yaz başından bu yana Sicilya’ya ya da İtalya’nın bir başka havaalanına bu adla yolcu gelmediğini öğrendi. Üstüne üstlük, Sicilya’da yaşayan Sri Lanka’lı da yoktu. İnterpol aracılığıyla Dr. Perera’nın annesi Bayan Winifred’i buldurdu. “Nilanti’yi en son üç yıl önce gördüm” dedi kadın, “Oğlum onu alıp götürmeden önce.”
Tom, deneyimli bir polisti. İçgüdüleri, kızın çoktan ölmüş olduğunu söylüyordu ve içgüdüleri onu pek ender yanıltırdı. Dr. Perera’yı aradı, annesinin kızdan haberi olmadığını anlattı. “Ya öyle mi?” diye sordu Perrera, “Ahlaksız herif, demek kızı anneme teslim etmemiş.” “İyi de, Sicilya’da Sri Lanka’lı biri yok” dedi polis. “Resmi kayıtlarda yoktur elbette, kaçak oturuyordu.” Polis, ne diyeceğini bilemedi.
Sinirli ve geçimsiz biri
Dedektif Tom Hodgson, işin peşini bırakmadı. Kafaya koymuştu bir kere, küçük kızı bulacaktı. Leeds Üniversitesi’ne gitti, Perera’nın iş arkadaşlarını ziyarete başladı, profesör hakkında bilgi toplamaya çalıştı. Kimi, bilimsel araştırmaları, kimi özel hayatına ilişkin daha fazla şey biliyordu. Ancak konu Perera’nın kişiliğine geldiğinde, sözleşmişçesine aynı şeyi söylediler: “Arkadaşı yoktur, öğrenciler onu sevmez, sinirli, geçimsiz, içine kapalı biridir.”
Üç kafatası kemiği
Takvimlerin, 1985 Şubat’ını gösterdiği bir gün, Perera ile aynı bölümde çalışan bir öğretim üyesi, Frank Ayton, dedektif Hodgson’u aradı. “Dün gece laboratuvardaydım. Bir defter arıyordum” diyerek anlatmaya başladı. “Belki Perera almıştır diye düşündüm. Çalışma masasının çekmecesini açtım. Kahverengi bir zarf gördüm. İçinde, üç diş takılı bir insan çene kemiği parçası, ayrıca üç kafatası kemiği vardı…”
“Fazla heyecanlanıyorsunuz, hocam” diye sakince yanıtladı dedektif. “Unutmayın, Perera Dişhekimliği Fakültesi’nde çalışıyor. Biyoloji dersi anlatıyor. Bir sürü araştırma yapıyor. Çekmecesinde bu tip kemiklerin olması kadar doğal ne olabilir?” Böyle demişti demesine de, dedektif duyduklarını bir kenara not etmeyi ihmal etmemişti.
İki gün sonra aynı kişi, dedektifi tekrar aradı. “Bakın, konuyla ilgilenmiyorsunuz ama, burada garip şeyler oluyor. Perera’nın çalıştığı laboratuvarda 5 litrelik bir cam kap, büyükçe bir kahve cezvesi, irili ufaklı emaye çanaklar buldum” “Eee, ne olmuş yani?” diye sordu polis. “Ne olmuş mu? Hepsine alkol doldurulmuş, içinde insana ait el ayak kemikleri yüzüyor. Herhalde bu sefer, söylediklerimi ciddiye alırsınız.”
“Anlaşıldı” dedi dedektif. “İlgileneceğim”
Bu gül kokusu değil
Dedektif, ertesi sabah saat 8’e doğru yeniden doktor Perera’nın evine gitti. Kapıyı açan karısına “Umarım, profesör evdedir. Birkaç sorum olacak” dedi. “Hemen çağırıyorum” diye yanıtladı kadın “Lütfen şuraya oturun” ve polise hemen oracıktaki dar uzun konsolun önünde duran bir sandalyeyi gösterdi. Polis, sandalyeye oturdu ve beklemeye başladı. O sırada, hemen karşısında, yerde yan yana duran üç saksı dikkatini çekti. Ortadakinde sarı güller, iki yanındakilerde tropikal bitkiler ekiliydi. “Yazık, güllerin rengi çok güzel ama, biraz boyunlarını bükmüşler, herhalde yeterince sulanmıyorlar” diye düşündü. “Nasıl kokuyorlar acaba?” diye geçirdi aklından, yerinden kalktı, bir kaç adım atarak saksılara yaklaştı. “Bu gül kokusu değil” dedi birdenbire ve haber vermeksizin çıkıp gitti.
Saksıda bir omurilik
Bir saat kadar sonra, yanına Sheffield Üniversitesi adli patoloji profesörü Dr. Alan Usher’i, olay yeri inceleme ekibinden bir kaç memuru ve savcının arama iznini alarak geri döndü. “Kocam üniversiteye gitti” dedi kadın.
“Önemli değil, izin verirseniz şu saksılara bir bakacağız.”
Kadın itiraz etmedi. Yere gazete kağıtları serdiler, önce gül saksını devirdiler. Etrafı çürük et kokusu sardı. Dr. Usher, köklere dolanmış kirli beyaz renkteki ipliği pensinin ucuyla tutup biraz oynattı. “Bu bir omurilik” dedi. Sonra diğer saksıları boşalttılar.
Yağ kabındaki kaburga
Patolog Dr. Usher, o gün profesörün saksılarında, sadece çürümüş organ parçaları bulmakla kalmadı. Buzdolabındaki tereyağ kabından bir kaburga kemiği, çalışma odasının parkeleri altından parçalanmış kol ve bacak kemikleri çıkarttı. Arka bahçenin bir yerinde toprak yeni kazılmış gibiydi. Biraz araştırdıktan sonra bir diş, kemik parçaları ve bir tutam da düz, siyah renkte saç buldu. Sonraki günlerde, evin ve bahçenin beş ve Perera’nın laboratuvarının dört ayrı yerinde toplam 105 kemik parçası ele geçti.
Dedektif “Ne bunlar?” diye sorduğunda, “Ne olacak?” diye cevap verdi Perera “İskelet parçaları. Unuttunuz herhalde, ben Dişhekimliği Fakültesi’nde çalışıyorum.” “Dişleri, çene kemiklerini anladık da, bu kaburga, kol, bacak kemikleri, saçlar da neyin nesi?” Cevabı hazırdı. “Bilimsel araştırmalarım için Peradeniya Üniversitesi’nden kadavra getirttim. Kokmaya başlayınca organları gübre niyetine kullandım. Eve gelen giden korkmasın diye, kol bacak kemiklerini parkenin altına sakladım. Bulduklarınızın bir bölümü o kadavraya ait.”
“Elinizde birden fazla insana ait kemik mi var?” diye sordu polis. “Elbette” diye yanıtladı doktor. “Hatta bir bölümü deneylerde kullandığım domuzlara aittir.” “Hiç önce bahçeye gömüp, sonra çıkarttığınız kemik var mı?” “Hayır” dedi doktor. Her söylediği yalandı.
Böcekbilimciyle görüş
Kemiklerin tek kişiye ait olduğunu, radyolojinin temel kitaplarından “Grainger & Allison’s Diagnostic Radiology”nin iki yazarından biri olan Prof. Dr. Ronald Grainger kanıtladı.
“Kadın mı, erkek mi?” diye sordu polis. Sir Alec Jeffreys, henüz DNA parmakizi tekniğini keşfetmemişti, kemiklerden elde edilen DNA’nın amelogenin bölgesi incelenip kadına mı, erkeğe mi ait olduğu anlaşılamıyordu. Prof. Grainger, vücudun en geniş siniri, siyatik sinirinin geçtiği çentiğin açısına bakarak, “büyük olasılıkla kadın” dedi.
“Hocam, kadının yaşı kaç?” diye sordu polis. “Arkadaşlarla pek anlaşamadık” dedi Dr. Grainer. “Kemikten yaş tayini yapabilmek için, ırkını bilmek gerek.” Ama hem kemik, hem diş bulgularını biraraya getirdim. Bana göre 13’ünden küçük, 15’inden büyük olamaz.” Dedektif derin bir nefes aldı. Nilanti ortadan kaybolduğunda 13 yaşındaydı.
“Kız, Sri Lanka’lı mı?” diye sordu polis. “Bilemem” dedi profesör, “Sheffield Üniversitesi’nden dişhekimi Prof. Dr. Geoffrey Craig’e sor…”
“Asyalı ama, Sri Lanka’lı mı, bilemem” dedi Prof. Craig.
“Peki hocam, kız ne zaman öldürülmüş?” diye sordu polis. “Onu da anlamam.” diye yanıtladı Dr. Grainer, “Senin yerinde olsam doktor Zak’a giderim.”
Zak, İngiltere’nin, belki de dünyanın en ünlü entomologu (böcekbilimci) Prof. Dr. Yahya Zekeriya (Zakaria) Erzinçlioğlu’nun kısa adıydı.
Önce bahçeye gömmüş
Patolog Dr. Usher, saksıdaki organ parçalarının çürüme derecesine bakarak “En az altı aydır buradalar, belki de daha fazla” demişti. Dedektif Tom Hodgson’u tatmin eden bir yanıt değildi bu. “Umarım Dr. Zak, şu ’belki’ sözcüğünü, belki olmaktan çıkartır” diye umutlandı. Yanına iki meslektaşını aldı, ne var ne yok her şeyi toparladı, Erzinçlioğlu’nun Cambridge Üniversitesi’ndeki laboratuvarına götürdü.
Zak, evden ve bahçeden örnekler topladı, bir kaç hafta sonra “Yüz bin çeşit böcek vardır” diye anlattı. “Her biri bir başka zamanda, başka sırayla ölü bedene gelir. Kızın cesedi, nisanın ya birinci ya da ikinci haftasında parçalanmış. Önce bahçeye gömüp, sonra çıkartmış, farklı farklı yerlere dağıtmış.”
Dedektif Tom, derin bir nefes aldı. İyi ki, şu üniversiteler vardı. Farklı mesleklerden dört profesör sayesinde, bir başka profesörü cezaevine gönderecek delilleri toplamıştı.
Samson Perera yargılandı, ömür boyu hapse mahkum oldu, ama hiç bir zaman Nilanti’yi öldürdüğünü kabul etmedi.