Vicdan azâbı, insanın içinde bir cehennemdir.”
-Byron- Sizlere başımdan geçen bu garip hikayeyi anlatıp anlatmama husunda çok düşündüm. Ama sonunda verdiğim karar, başkalarınca bilinmesi gerektiğiydi. Çünkü yıllarca benimle yaşayan ve içimi yakan bu vicdan azabını biraz olsun hafifletmenin tek yolu paylaşmaktı.
***
Bilgisayar Programcılığının son sınıfında final sınavlarının üzerimize çullandığı bir dönemdi. Bir akşam, sabah yapılacak önemli bir sınav için çalışıyordum. Daha doğrusu çalışır gibi yapmaktaydım. Çünkü kafama takılan, okulum ve geleceğim üzerine biriken sorular zihnimi bir yayık gibi çalkalıyordu ve ben bu hal üzere ders çalışıp da anlayabilecek durumda değildim.
Çalıştığım masada elimdeki kalem kağıdı amaçsızca karalarken ve gözlerim kitapların üzerinde boş boş gezinirken, en sonunda artık yeter deyip kitabı ve kağıtları toplayıp ders çalışma işini bir başka bahara erteledim. Kalktım mutfağa kadar gidip bir fincan kahve yaptım ve yeniden sandalyeme kuruldum. Sonra elim hep olageldiği gibi bilgisayarımın açma düğmesine amaçsızca uzandı ve yüzyılın en büyük buluşu olabilecek teneke kutudan, üç ayrı fanın aynı anda faaliyete geçmesi ile kısa zamanda -Allahım! acaba bu fanları kullanmayacağımız bir gün gelecek mi- diye düşüncelere itildiğiniz rahatsız edici bir homurtu yükseldi. Evdeki buzdolabı ve hatta neredeyse çamaşır makinesi bile bu aletten daha az ses çıkartıyorlar. İşin daha garibi onların teknolojisi geliştikçe gürültüleri azalırken, bu meretin teknolojisi geliştikçe ekstra güçlü fanlar kullanmak mecburiyetinde kalırsınız.
Bilgisayar açıldığından son model işletim sistemi ile donanmış masaüstü gözler önüne serildi. Arkaplanda Smaug adlı ejderhanın Esgorath köprüsünü alevlere boğuşunu anlatan fantastik bir resim vardı. Ve beynim o anda masaüstünde bir farklılık bulunduğuna dair sinyaller aldı. Evet iconlarda bir değişme daha doğrusu bir artış olmuştu. Kapkara simgesi olan bir program vardı masaüstünde. Daha önce böyle bir program yüklememiştim çünkü iconu gerçekten çok zevksizdi. Ama beni asıl şaşırtan şey simgenin altındaki yazıydı. Orada şöyle diyordu:
“Azrail Emrinizde!”
Gerçeği söyleyeyim çok güldüm. Ve bu programı yapanı mizah duygusu için içten içe takdir ettim. Simgeyi tıklattım ve açtığımda karşıma iki text kutusu ve bir butondan oluşan ve en az simgesi kadar basit ve zevksiz bir tasarım ürünü olan kapkara bir pencere çıktı. Şaşırdım çünkü yeni bir programcı olsanız bile ilk dersinizde bundan daha iyi bir tasarım yapardınız ama yine de böylesine basit olmasına rağmen bu kadar berbat bir şey yapmak çok zordur. Hani bazı tablolar vardır. Size basit bir karalama gibi gözükür ama renklerin arasına dahice işlenmiş bir teması vardır. Burda da öylesine gizli bir sanatsallık vardı. Adı ölümdü…
Text kutularının üstünde kan kırmızısı bir yazı ile
“Ölmesini istediğiniz kişinin doğum tarihini ve adını girin. Sadece üç defa.” yazıyordu.
Bunun bir hack programı ya da komik şakalar yapan muzip bir program olduğunu düşündüğüm için güldüm. Eğlenmek ve stres yükümü boşaltmak istiyordum. Adres defteri programımı açtım ve yarın bize o bir türlü çalışamadığım sınavı yapacak olan hocamın doğum tarihine baktım. Bu bir rastlantıydı. Çünkü adamın adı listede ilk sıradaydı. Bir de sakın benim insanların kimlik bilgilerine özel bir ilgi duyduğum yanılgısına kapılmayın. Çünkü okul için hazırlanan bir program sırasında öğretmenlerin kimlik bilgilerini kullandığım için bu bilgiler bende kayıtlıydılar.
Programın ilk text kutusuna öğretmenin adını ve soyadını –ki çok sevdiğim söylenemezdi kendisini– yazdım. İkinci kutuya ise doğum tarihini yazdım. Sonunda komik bir şey olmasını bekleyen biri gibi muzipçe gülerek “Öl” yazılı butona tıkladım. Ve ekrana gelen yazı karşısında gülüşüm dondu kaldı. Üzerime tanımsız bir rahatsızlık hissi çöktü. Fare üzerindeki elim titredi. Ekranda kan kırmızısı ve cehennemden fırlamış harflerle sadece şu yazıyordu.
“A... K... öldü.”
Bunun gerçek olamayacağını biliyordum. Ama yine de beklediğim muziplik ya da hinlik yerine, böylesine basit ve huzursuz edici bir sonuç ortaya çıkması çok garipti. O yazıdan başka bir şey düşünemiyordum. Programdaki bütün o tekinsiz parçalar kafama takılıyordu. ”Azrail emrinizde!” , “A… K… öldü”. Bütün bunlar neydi böyle? Bu ne biçim bir şakaydı? Bu saçmalığı kim yapmıştı ve bilgisayarıma nasıl girmişti? Cevapsız sorular uçuşuyordu zihnimde ve birden en dehşet soruya takıldı aklım “ya gerçekten öldüyse”. Bu düşüncenin zihnimde belirmesi ile metabolik bir tepki alması bir oldu. Hayır! dedim. Kafayımı sıyırmaya başladım, olmaz böyle saçmalık. Bir kere teknik olarak bile mümkün değil. Şu an internete bile bağlı değilim en azından. Aklıma bu cevapların yetersiz olduğuna dair yeni düşünceler gelse de onları yoksaydım. Ve son kararımbu programın kendini programcı zanneden ama bilgisi üç beş tane kod bilmekten öteye geçemeyen bir zevksiz tarafından yapılmış işe yaramaz bir kod bütünü olduğu doğrultusunda yoğunlaştı. Böylece programı ve ondan doğan tekinsiz soruları aklımdan uzaklaştırarak bilgisayarı kapadımve sabah hiç çalışmadığım ve son derece önemli olan o sınav için işimi tamamıyle şansa bırakarak, böylesine boş uğraşlarla geçen bir gecenin ardından bari sabah erken kalkarak bir erdemlik gösterelim diyerek kendimi yatağa attım. Ve kısa sürede saçma sapan şeyler düşünerek ( her zaman işe yarar ) uykuya daldım. Sabah okulda sıramda oturuyor ve zihnimi akşamdan kalma tereddüt ve korkularla dolduran o olayı silip atacak öğretmenin gelip sınavı yapmasını bekliyordum. Sınav saati gelmiş olmasına rağmen öğretmen hala meydanda yoktu. Gözlerim kapıdaydı ve heyecanla bekliyordum. Sonra bütün tekinsiz hislerimi puf diye dağıtan o an geldi ve bilgisiyar hocam elinde sınav kağıtlarıyla sınıfa girdi. Hayatımda hiç bu kadar rahatlamamıştım, şimdi zihnimi çalkalayan bütün o düşünceler bana öylesine komik geliyordu ki birden bir gülme krizine tutuldum. Ve kimse duymasın diye ellerimi sırada birleştirip başımı içlerine gömerek gülmeye başladım. Güldükçe daha çok güldüm. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Güldüm güldüm güldüm. Ensemde, dondurucu bir soğukluk hissedene kadar güldüm. Bir el, buz gibi bir el ensemden yakalamıştı beni. Kafamı kaldırdım ve o şeyin yüzüne baktım. Tanrım! Keşke bakmaz olaydım. Kanı çekilmiş dudaklar arasından haykıran bir feryat çarptı yüzüme.“ Katil!” diye. Ve ben bu sahnenin dehşetinden çığlıklar atarak delice çırpındım. Ve bu çığlıklarla nefesim kesilmiş bir halde uyandım. Kan ter içindeydim ve titriyordum.Yattığım yerden doğrulup odanın karanlık duvarlarına korku dolu bakışlarla göz gezdirdim. Ve gördüğüm şeyin bir kâbus olduğunu anlayınca derin bir nefes alıp kalktım ve kendime gelmek için bir bardak su içtim. Çok yorgundum ve bitkindim, başımı yaslığa koyduğum anda tekrar uykuya daldım. Uykumun bir anında yeniden tüylerimi diken diken eden bir kâbus belirdi. Şimdi bilgisayar hocamın cenaze töreninde, onun mezarı başındaydık. Tanıdıkları, eşi ve iki çocuğu vardı yanımdaydılar. Daha çok küçüktüler ve ağlıyorlardı. Gözlerinden düşen her damla yaş toprağa düşmek yerine, bir asit gibi benim kalbimi dağlıyordu. Ve mezardan gelen bir ses kulaklarımda çınlıyordu. O fısıltı her seslenişinde nefesinin soğukluğu yüzüme çarpıyor ve durmaksızın “Katil!, bana nasıl kıydın, katil!” diyordu. Kendimden nefret ediyordum, ayakta duramayacak kadar bitkindim ve mezarın üzerine çöküp, gözyaşları içinde “Bunu yapmak istemedim. Affedin beni! Bunun olacağını bilemezdim. Affedin!” sayıklamalarıyla geri gelmez umutlara yalvardım boşuna…
Uyandığımda hala karanlıktı her yer. Kafam bir davul gibi zonkluyordu. Kâbuslar kahrolası kâbuslar, unutmak istediklerimi sokmuşlardı zihnime tekrar. O kâbuslar, okula gidene kadar beynimi hep başka şeylere odaklamaya çalıştımsa da bir yerlerden sızdılar zihnime ve beni hiç hissetmediğim korkulara ittiler. Şimdi sınıftaydım ve bekliyordum, rüyamdaki gibi bekliyordum. O beyaz tahta kapıya bakarak bekliyordum. Dakikalar geçip gittiler öylece. Arkadaşlarım yavaş yavaş sınavdan umudu keserek kafeteryaya veya bahçeye indiler. Ama ben sınıfta tek başıma, tutunduğum ümidin dalına sıkı sıkı yapışarak gözlerim kapıda bekledim. Zihnim “Gelmeyecek, öldü o artık” diye fısıldıyordu bana.Ama ona aldırmıyor ve bekliyordum. Sonra bir ara birden kapının kolu çevrildi ve nefesimi tutum. Menteşelerden gelen bir gıcırtıyla yavaşça açıldı kapı ve içeriye giren kişi beni biraz daha umutsuzluğa itti. Arkadaşlardan biriydi gelen, yüzü çok solgun ve üzgündü. Bana yaklaştı ve zorla bir şeyler söyledi. Hepsini anımsamıyorum. Ama anımsadığım bölümü arkadaşımı hayretler içindeki bırakacak bir itiraz çığlığı koparmama ve deliler gibi kaçıp gitmeme yetmişti bile. Ümidini kaybeden kişinin başka kaybedecek şeyi kalmamıştır ve benim artık bütün ümitlerim o son haberle puf diye dağılmış, uçup gitmişti. Oradan eve nasıl geldim doğrusu bugün hatırlayamıyorum. O ara zaman için hatırladığım tek şey muazzam ve yakıcı bir vicdan azabıydı. Bilgisayar Öğretmenim dün gece kalp krizinden (!) ölmüştü!
Saatlerce onu düşündüm ve ağladım. Ailesini düşündüm ve ağladım. Çocuklarını düşündüm ve ağladım. Benim aptalca bir hatam yüzünden çektikleri acıyı düşündüm ve ağladım. Yüzüm sırılsıklam olana ve gözlerim kuruyuna kadar ağladım.
Sonra kalktım ve bütün hayatımı bir vicdan azabının acımasız pençelerine yakalatan o aleti çalıştırdım. O lanet programı silmeye uğraştım ama silemedim. Garip bir biçimde sil komutu hiçbir işe yaramıyordu. Boyutuna baktım ve orada gördüğüm şey bilgisayarlar hakkında bütün bildiklerimi yok sayıyordu. Program 0 (sıfır) bayt’tı. Bunun anlamı bilgisayarın hafızasında böyle bir şey yok demek olmalıydı ama işin garibi vardı. Bu program, bir programın hayaletiydi sanki. Afallamıştım ama ondan kurtulacaktım, kararlıydım ondan kurtulacaktım. Tıkladım ve açtım programı. Hatırlarsanız öldürme işlemini sadece üç kez deneyebileceğimiz yazılıydı. Ben bir tanesini denemiştim ve sonucundan dolayı kendimden iğreniyordum. Şimdi geride iki tane daha hakkım vardı. Eğer bunları kullanırsam büyük bir ihtimalle def olup gidecekti bilgisayarımdan ve hayatımdan. Bu haklarımı saçma sapan isimlerle geçiştirecektim, artık yeni bir vicdan azabını kaldıracak gücüm yoktu. İlk text kutusuna xxxxxx diye bir isim yazdım. Diğerine uydurma bir doğum tarihi. Ve tıkladım “Öl” yazılı butona. Ekrana “xxxxxx öldü.” yazısı geldi. Rahatlamıştım ve geride tek hakkım kalmıştı. Yeniden saçma sapan bir isim yazdım ve sonra uydurma bir doğum tarihi daha. Sonra farenin işaretçisini “Öl” yazılı butonun üzerine sürükledim. Parmağımın tek bir hareketi ile bu dehşet parçasını hayatımdan silip atacaktım. Ama olmadı. Daha ben tıklayamadan zihnimden bana programın aslında ne kadar kullanışlı olabileceği ile ilgili kulağa hoş gelen sözler fısıldanmaya başlandı. Beni yapacağım şeyin ne kadar büyük bir fırsatı kaybettireceği konusunda uyardılar. O sözlerin kahpe-hoşluklarının belirginleştirdiği yeni düşünceler bu sözleri doğruladılar. Ve elim vicdanımın acılı ve haklı sesine kulak asmadı ve arzularımın vahşiliği galip geldiler. Geriye çekildi yavaş yavaş. Ellimin itaati karşısında zihnimin beni kontrol eden arzuları zalimce kahkahalar attı. Daha sonraları bu işlemi defalarca tekrarladım ama hiçbirinde muvaffak olamadım. O hoş ve kışkırtıcı düşünceler beni hep alt ettiler. Artık yenildim ve yenilgiyi kabul ettim. Çünkü beni yenen bendim.
Şimdi yıllar sonra bile, mezar başında ağlayan çocukların gözlerimin önünden hiç silinmeyen hayalleriyle yaşıyorum ve o eski bilgisayarı her açışımda beni kapkara bir biçimde karşılayan o program, bana aşağılık bir katil olduğumu hatırlatıyor. Önünde kimliği belirsiz bir avı daha olan aşağılık bir katil…
__________________